Aziz Pavlus dini doktirini tamamladığında İsa ölmüştü. Ve o zaman; Antakya’da İsa’nın takipçilerine Hristiyan denmesine on yıllar vardı. Bugünün İncilinin seçileceği ve Hristiyanlığın 3 büyük tek tanrılı dinden biri olarak kitleler tarafından takip edileceği günlere ise yaklaşık 3 asır vardı. Aziz Paul’un sırrı daha çok uzun süre saklanacağa benziyor. Maalesef, birkaç yıl önce Tarsus’ta bulunan deliller de sonsuza kadar sır olarak kalacak. 

Refik Kutluer Ağustos 2021

Aziz Paul’un Kayip İncil’inin Gizemi. Birileri Bir Şeyler mi Saklıyor?

Alacakaranlıkta komşuları uyandıran gürültü, mahalledeki o küçük evde yapılan kazıdan çıkan toprakları taşıyan kamyonların sesiydi. Gecekondu benzeri o küçük evde acaba ne arıyorlardı? O kadarcık mekandan bu kadar çok toprak çıktığına göre kaç metre derine inmişlerdi? Yoksa buldukları bir ipucunun mu peşindeydiler? Peki neden bu kazı silahlı muhafızlarla korunuyor ve yetkililerden başka hiç kimse içeri giremiyordu?  Bir yıl süren bu kazının sırrı neydi? Acaba ne sebeple öldürüldüğü bilinmeyen komiser görmemesi gereken bir buluntu hakkında birilerine bilgi mi vermek istemişti?

Tarsus’taki kazının gerçekleştirildiği, Aziz Paul’un İncili ile ilgili yok edilen ya da saklanan delillerin muhtemelen bulunduğu ev.

Türkiye’deki Vatikan Büyükelçiliği, 2019 yılında Tarsus’ta bulunup kaçırıldığı söylenen İncil veya buna bağlı söylentilerle ilgisi olmadığını resmi kanallardan açıkladı! Aziz Paul’un kayıp İncil’inin Papa Francis’e teslim edildiği söylentisinin de doğru olmadığını belirtti. Bu söylentilerin ciddiye alınıp en üst seviyeden bir açıklama yapılması neden gerekmişti? Sadece bu açıklama, söylentilere kaynak olan, delillerin yok farz edilmesini sağlayabilir miydi? Yoksa tam tersine endişeleri ve belirsizliği mi artırdı?

Bu kazı, 10 000 yıllık önemli kent Tarsus’un bir kenar mahallesinde, antik çağın en büyük tapınaklarından Donuktaş harabelerinin yakınındadır. MÖ 2. yüzyıldan kalma bir Mitra tapınağı olan Donuktaş’ın kalıntılarından gelen felsefi gelişim rüzgarı bugün dahi Hristiyanlığı etkilemeye devam mı etmektedir? Bir Mitra tapınağı olduğu var sayılan Donuktaş halen gizemini korumaktadır.

Tarsus’taki evin mistik kazısı tamamlanmış, mekan terk edilmiş ve içinden çıkan ve ne oldukları belli olmayan buluntular bilinmeyen bir yere götürülmüşlerdir. O gizemli evde ne veya neler olduğu için bu kazının yapıldığı ve kazının neden bu kadar uzun sürdüğü bilinmemektedir. Her şey bir sır olarak kalmaya devam etmektedir, en azından toplum için. Buluntular ve kazı sonuçları hakkında tatmin edici resmi bir açıklama henüz yapılmamıştır.

Tarsus – St. Paul’un Doğduğu Yer

Aziz Paul’un doğum yeri (MS 5 – 67) olarak bilinen Tarsus İncil Eylemleri Kitabı’na göre Hristiyanlık kuramının doğduğu yer ve Yeni Ahit in çoğunu oluşturan mektupların merkezi olarak da bilinmektedir. Eski bir antik felsefe okulu olarak Tarsus şehri St. Paul’un Hristiyanlık vizyonunu etkilemiştir. Birçok eski dinin buluşup kesiştiği Tarsus, Yahudi, Hristiyan ve İslam dinlerinin her biri için çok önemli bir şehirdir. 16. Papa Benedict’in 2008’i St. Paul senesi ilan etmesi üzerine, Vatikan’ın Ankara Büyükelçisi ile Anadolu Katolik Kiliseleri piskoposu ve İtalya’dan gelen 37 kişilik bir grup din adamı, Aziz Paul’un Tarsus’taki evini ziyaret edince Hristiyan dünyasının Tarsus’a duyduğu ilgi arttı. Bir ilahiyatçı ve kutsal kitap bilgini olarak Papa Benedict, dikkatini Kilise tarihindeki en önemli şahsiyetlerden birine çevirdi. Aziz Pavlus ya da Tarsus’lu Saul veya St. Paul  kendisini açıkça meslek gereği havari veya Tanrı’nın iradesiyle havari olarak tanımlardı. İnananlar ona 13. Elçi veya yalnız’dan sonraki ilk adını vermişlerdir.

M.S. 140 – 160 yıllarına ait Argentoratum (Strazburg’un eski ismi)’dan bir Mitra rölyefi, orijinal renkler yeniden oluşturulmuştur, Strazburg Arkeoloji Müzesi koleksiyonundan.

Mitra – Stoacılık Ve Hristiyanlık Arasındaki İlişkiler

Tarsus’ta Stoacı düşüncenin yarattığı anlayış ve doğa güçlerinin kişiselleştirilmesi, Monoteizm (tektanrıcılık) inancıyla birleşerek Hristiyanlıkta Tanrı – Oğul ve Kutsal Ruh inancına evrilmiştir. Birbirinin öncüsü olan ve sonraki akımları etkileyen birçok din ve felsefe, insanın hakikat arayışında doğanın güçlerini tanrılaştırmıştır. Pers Mitra dini ve kültü, 1. yüzyılda Stoa felsefesini etkilemiştir. Stoacıların Mitra’dan gelen astronomi ve astrolojiye olan inançları, onların kadere karşı gelinmez felsefelerinin oluşumuna yol açmıştır.

Stoacılığın büyük ilkesi doğaya uygun hareket etmektir. Doğada her şey Tanrı’dır. Doğaya uygun davranmak, akla ve hikmete göre hareket etmek, dolayısıyla insanın kendisine uygunluk hali demektir. Bu tek tanrılı ve erdemli anlayış, İsa ve mucizeleriyle zenginleşip paketlenince, Hristiyanlık yeşermeye başlamıştır. Erken Hristiyanlık, hem kurumsal hem de pratik olarak, önceki felsefi fikirler, Stoacılık, Platon ve Aristoteles’ten beslenerek şekillendi. İnsan aklının gücüne güvenmeye dayalı antik Yunan felsefesi, tek tanrılı dinlerin yaratılması nedeniyle artık egemen değildi. İnsanın dine ve onun söylediklerine sıkı sıkıya bağlanıp kesin itaat edeceği ve tek merkezli bir Ortaçağ düşüncesinin egemenliği başladı. Özgür akıl yürütmenin ve bilgeliğin gelişiminin yerini ilahi buyruk aldı ve felsefi düşünce Ortaçağ karanlığında yeraltına itildi.

Mitra Tapınağı “Donuktaş”

Tanrı’nın Çocuğu Mit’i

Homo sapiens’in evrimleştiği eski zamanlarda, çocuğun babası bilinmezdi ve aile anlayışı yoktu. Cinsel ilişki sadece zevk için yapılırdı. Hatta çocuğun babasının, aylar önce savaşılan bir hayvan veya yağan yağmur dolayısı ile gök tanrılarından herhangi biri olabileceği zannedilirdi. Başlangıçta bir meyvenin tohumunun ekine dönüşmesine, topraktan çıkıp çiçek açmasına tanık olmuşlar ve bunu bir yeniden doğuş süreci olarak görmüşlerdi! Bu; ölülerini, zamanı gelince yeniden doğacaklarını ümit ederek, gömmeye başlamalarının da nedeni olabilir. Bu aynı zamanda tanrılardan gelen sihirli yağmur damlalarının kadınların hamile kalmasını sağladığını zannetmelerinin nedeni de olabilir. Baba olan tanrılar..!  Bu düşünce insanoğlunun DNA hafızasında birikmiştir. Daha sonraları Şaman, Hint, Sümer, Mısır, Mitra ve birçok uygarlıkta Tanrı’dan olan çocuk efsanesine sıklıkla rastlarız.

İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu fikri Hristiyanlık’tan çok daha eskilere dayanmaktadır ve
bu “mit”in tarihte birçok versiyonu vardır. En eskisi de Mısırlı İsa olan Thoth’un hikayesidir.

Mitraizm inancında, peygamber Mitra, normal bir hamilelik sonucu değil, Tanrı’nın üflemesi sonucu bir bakireden doğmuştur. O da öldükten sonra ikinci kez dünyaya gelmiştir! Son akşam yemeğinde, tıpkı İsa’nın son akşam yemeği gibi, Mitra ile birlikte 12 kişi vardı. Bu ve benzeri mitlerin etkisiyle Tanrı’nın Oğlu İsa, Hristiyanlığı tanrısallaştırmak ve kabul edilebilir bir din haline getirmek için oldukça etkili bir teori olmuştur. Oluşturulan Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlemesi sayesinde bu yeni din kısa sürede birçok taraftar kazandı. İsa’ya atfedilen bu ve diğer tüm mucizeler, felsefesini geçmiş bilgilerden alan ve diğer tüm dinler gibi sosyal hayatı düzenlemeyi amaçlayan Hristiyanlığın kabulüne vesile olmuşlardır.

Yeni Dinler Geliştikçe Askeri Güç İhtiyacı da Gelişir – Hristiyan Askerler

Ancak tüm yeni dinlerin büyümesi ve kabul görmesi için güce, özellikle de askeri güce ihtiyaç vardı. Oluşmakta olan Hristiyanlık dünyasında bu gücü sağlayabilmek için, Roma İmparatoru Konstantin’in birçok Hristiyan askerini kendi yanına çekmeyi başardığı Milano fermanı ilan edildi. Milano Fermanı, Roma İmparatorluğu’nda Hristiyanlığa karşı hoşgörüyü tesis eden bir bildiriydi. Bu, Batı ve Doğu Roma imparatorları I. Konstantin ve Licinius arasında Şubat 313’te Milano’da varılan siyasi bir anlaşmanın sonucuydu. Licinius’un 313 Haziran’ında Doğu Roma’ya duyurduğu ferman ile herkese dilediği tanrıya ibadet etme özgürlüğü verildi. Böylece Hristiyanlar, kiliselerini kurmak da dahil olmak üzere birçok yasal hakka sahip oldular.

Fermana göre, devletin el koyduğu mallar derhal Hristiyanlara iade edilecekti. Ve Roma ordusundan kaçtığı ve sürekli savaştığı için zaten eğitimli olan Hristiyan silahlı kuvvetleri, Konstantin için ilave bir askeri güç haline geldi. Hristiyanlık, Roma İmparatorluğu tarafından 313 yılında yayınlanan Milano Fermanı ile çok daha geniş kitlelere ulaşmaya başlamıştır. Ortadoğu’da yaygın olan semavi dinlerden uzaklaşarak daha çok insana hitap eden ve mensubu artan Hristiyanlık dini, zamanla, Roma İmparatorluğu’nun resmi dini haline gelmiştir. Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu tarafından resmi din olarak seçilmesi 381 yılında Theodosius döneminde gerçekleşmiştir.

Kutsal Kitap, 4 İncil ve 1. İznik Konseyi

St. Paul, MS 60 civarında İsa Peygamber efsanesini de yeniden inşa etti. Hedefi, diğer havarilerin de yardımıyla yayılmaya başlayan bu yeni dini sağlam temeller üzerine kurmaktı. Ancak daha sonra önemli bir sorun ortaya çıktı. İncil tek bir kitap değildi. Birçok kişi tarafından yazılan farklı İnciller, farklı ve bazen çelişkili görüşleri dile getiriyordu.

Başta rahip Arius olmak üzere bu yeni dinin ileri gelenlerinden bazıları, Tanrı’nın tek yaratıcı ve İsa’nın bir peygamber olduğunu kabul etmekte, ancak Tanrı’nın Oğlu İsa kavramını reddetmekteydiler. Bu ve benzeri görüşlerin taraftar bulması ve çelişkili seslerin çoğalması sonucunda; Milattan sonra 325 yılında İznik’te toplanan 1. İznik Konseyi’nden farklı ve çelişkili görüşlere sahip İncilleri yok etme ve sadece, günümüzde de geçerli olan, 4 İncil ile devam etme kararı çıktı.

Matta, Markos, Luka ve Yuhanna tarafından yazılan bu 4 İncil, ilk kabul edilen İncil’i oluşturmuştur ve Hristiyanlık teorisini yaratan St. Paul, görüşlerini ancak, İncil’in ikinci bölümünde mektuplarıyla ifade edebilme imkanı bulmuştur. Aziz Paul’un yazdığı İncil’e ne olduğu, en gizemli soru olarak ortadadır.  Kayıp mıdır? Yoksa bulunmuş, ancak hakim görüşe aykırı görüşler içerdiği için gizlenmiş midir?

Roma’daki Sistine Şapeli’nde “İlk İznik Konseyi”ni betimleyen 16. yüzyıldan kalma  bir fresk

İznik’teki ilk konsey toplandığında St. Paul’un İncili mevcut değildi. Başka bir deyişle; Tarsus’ta bulunduğu söylenen ve saklandığı düşünülen İncil ve bu İncil’deki görüşleri destekleyen belgeler henüz ortaya çıkmamıştılar. Ve 1700 yıl daha bulunamayacaktılar! Tarsus’ta yapılan kazıda ortaya çıkarıldıklarında, acaba, tüm delilleriyle birlikte saklanmaları veya yok edilmeleri mi gerekmişti? Bu, tanıkları yok etmek pahasına gerekli görülmüş olabilir mi? Bu kazıdaki bulgular, İznik konseyinin toplanmasına neden olan Arius’un görüşlerini mi haklı çıkarmıştı? Aziz Pavlus’un teorisini geliştirirken kullandığı fikirler ve bunları gösteren belgelerin, İsa hakkında genel kabul görmüş görüşlere aykırı fikirler içeren belgeler olup olmadığını bilemiyoruz.

Tarihte Kaç İsa Vardır?

Tarihte kaç İsa olduğu sorusu çok gizemli ve büyük bir sorudur ve kısa cevap bilinen 4 farklı İsa olduğudur. İlk akla gelen ve en eski Mısırlı bilgelik tanrısı olan Mısırlı İsa Thoth (MÖ 3000) dur. Antik Yunan döneminde Thoth 3 kez kutsanan Hermes (Hermes Trismegistus) olmuştur. Hermetik düşünceye göre o, İsa’nın selefidir. İlk tek tanrı inancının Mısır Tanrısı Athon inancı olduğunu biliyoruz, (M.Ö. 1300).  Ardından İranlı Zerdüşt İsa gelmektedir:

Zerdüştlük, (MÖ 500 – 600) bakire bir kadından dünyaya gelen kişinin dünyayı kurtaracağı kehaneti mesih inancının temeli olarak kabul edilebilir. Ve Hristiyan İsa’nın Anadolu’daki çağdaşı ile karşılaşıyoruz. Adı Apollonios’tur ve MÖ 3 yılında Bor’da (Anadolu’daki Roma eyaleti Kapadokya’nın Tyana kasabası) doğdu ve MS 97’de Efes’te öldü. Nasıralı İsanın ise 1 yılında doğduğu ve MS 30 civarında öldüğü varsayılmaktadır. Bu, bildiğimiz İsa’nın Hristiyanlık dininin tamamlanmasından yıllar önce vefat ettiği anlamına gelmektedir.

Tarsus’taki St. Paul Kilisesi

Roma kaynaklarına göre; MS 135’te Tyana adı yerine Apollonia adı, Romalılar yerine de yerel halkı ifade etmek için Appolonans kelimesi kullanılmıştır. Bu belgelere göre, Tyanalı Apollonius bir mucize yaratıcısı, şifacı, geleceğin habercisi, büyücü ve neophytogorian (Filozof Phytogorian’ın adı ile anılan kentteki akımın takipçisi) bir filozoftu.

İsa peygamberin fenalaşmış bir kadının içindeki şeytanı kovduğu gibi, Appollonius da Efes şehrinde kıtlığa neden olan cinleri kovdu. İsa’nın Lazarus’u diriltmesi gibi, Appollonius da Efesli zengin bir ailenin ölü kızını diriltti. Apollonious, Roma’da yargılanırken, ölüm cezası verilmeden hemen önce mahkeme salonundaki herkesin gözü önünde aniden ortadan kayboldu. Bu durum tarihi belgelerde ve Roma İmparatorluğu’nun tutanaklarında kaydedilmiştir. Ayrıca kör bir adamı iyileştirdiği ve kara vebayı bitirdiği iddiaları da vardır.

Tarihi İznik Konseyi ile Apollonius adı tarihten silinmiş, İsa olduğu iddiası reddedilmiş ve Apollonia yerine Tyana adı kullanılmaya başlanmıştır. Bunların hepsi aynı kişi midir, yoksa aynı amaç için yaratılmış ve ardından üzerlerine birçok efsane ve mucize giydirilmiş figürler midir? Başka bir deyişle, var olan farklı insanlar bu felsefi ve dini sembolizma ile mi donatıldılar?

Aziz Paul, geliştirdiği felsefesini bir Dine dönüştürmek için İsa’yı kullandı. Böyle bir gizeme, uygun bir figüre ve mucizelere ihtiyacı vardı! Üstelik, birçok başka mekan ve zamanda oluşan mucizelerle ilgili hikayeler de İsa’ya atfedilmeye devam ediyordu. İşin en güzel tarafı da, Aziz Paul’un oluşturmaya çalıştığı Dinin sembolik figürü ve peygamberi olacak kişi artık kendisine rakip de olamazdı, çünkü ölmüştü o!

Gizemli Tarsus Kazısında Yasaklanmış Gerçeğin İpuçları Bulunmuş Olabilir mi?

Her dinin bir felsefi içeriğe ve inanılırlığını artıracak mucizevi hikayelere ihtiyacı vardır. Mısır’dan Zerdüşt’e, Eski Ahit’ten diğer kutsal kitaplara, Sümer’den Antik Yunanistan’a, Mitra’dan Stoacılara kadar hep aynı öz malzeme ve bilgi üzerinde sürekli oynanmaktadır. Bu temel öz malzemenin kutsallığına inanan çok sayıda insan olduğu için, yeni mucizeler yaratmak yerine, inanılan mucizelerin yeni dine uyarlanması tercih edilmiştir.

İnsanoğlu beyin gelişimini sağladıktan sonra merak etmeye, araştırmaya ve endişelenmeye başladı. Bu arayış sürecinde insanlar uzunca bir süre birçok tanrıya inanarak bu endişelerinden bir nebze kurtulmaya çalıştılar. Bilgi birikimi ve antik çağların aydınlanmasıyla birlikte düşünen beyin gerçeği kendi içinde ve çevresinde aramaya başlayıp pagan çoktanrıcılığından felsefi düşüncelere dönüşmüştür. Dogmatik dinlerin öncesinde bilim de henüz yeteri kadar gelişmemişken insanlar çıkış yolunu düşünmekte arıyorlardı. Felsefe çağı arayışı sürerken; bir yandan gelişen bilim gerçek aydınlık beyinlerin yolunu açmaya başladı. Öte yandan, çok fazla aydınlanma, toplumun yönetimini zorlaştırmaya başlayınca, insanları tekrar dogmalara ve tanrı buyruğuna sokmak otoritelerin işine geldi. Ve böylece dogmatik dinler doğdu. Bu güçlü dinler Rönesans’ın neden olduğu yeni aydınlanma sayesinde bilim yeniden egemen oluncaya kadar toplum üzerinde şimdiye kadarki en büyük etkiye sahip oldular.

Aziz Paul’un Kayıp İncil’i Bulundu mu?

Aziz Pavlus dini doktirini tamamladığında İsa ölmüştü. Ve o zaman; Antakya’da İsa’nın takipçilerine Hristiyan denmesine on yıllar vardı. Bugünün İncil’inin seçileceği ve Hristiyanlığın 3 büyük tek tanrılı dinden biri olarak kitleler tarafından takip edileceği günlere ise yaklaşık 3 asır vardı. Aziz Paul’un sırrı daha çok uzun süre saklanacağa benziyor. Maalesef, birkaç yıl önce Tarsus’ta bulunan deliller de sonsuza kadar sır olarak kalacak. Refik Kutluer Ağustos 2021

Değerlendirmek İçin Korumak, Korumak İçin Tanımak Lazım

Dünyada, kültürel zenginlik anlamında, en önde gelen Anadolu’nun kıymetini ne kadar bilmekteyiz? Hangi yöreyi kazsanız altından katman katman farklı çağlar ve kültür çıkmaktadır. Toplumumuzdaki genel anlayışa göre bir şey ne kadar az ise o kadar değerli olabilirken çok olanlar, maalesef, değersiz gibi algılanabilmektedir. Acaba kültürel mirasımızın, zenginliğimizin çokluğu mudur bazılarının gözünde onu değersiz kılan?

Şöyle bir düşünün eski dünyanın 7 harikasından ikisi bir başka ülkede olsa o ülke vatandaşları onları nasıl tanır, benimser ve tanıtırlardı?  Bodrum’da Halikarnas Mozole’sinin kalıntılarını görenler bilir, durum içler acısıdır. Bir sokak içinde kalmış olan çok değersiz bir yapının kalıntıları gibi görünen bu harika kendini tanıtmasını bilen bir ülkenin elinde olsaydı kim bilir neler yapılırdı. Antik dünyanın 7 harikasından bir diğeri olan Efes’teki Artemis Tapınağından ise sergilenen sadece 2 küçük mermer parçasıdır.

Biz yeterince sahip çıkmadığımız için Anadolu’nun arkeolojik beldeleri dünya literatüründe ve basınında çoğunlukla Yunan (Grek) beldeleri olarak geçmektedir. Oysa eski Yunan Medeniyeti topraklarının %70’i bugünkü Anadolu’dadır.

Refik Kutluer

Bir kültür mozaiği olan Anadolu, İnanç Turizmi için de sayısız ve çok değerli mekanları ile, büyük bir potansiyele sahiptir. Çok değerli bir kültürel birikime sahip topraklarda yaşamaktayız. Çeşitli dinlerin en önemli merkezlerine ev sahipliği yapan ülkemizin vatandaşlarını bu konuda bilinçlendirmek çok önemli ve gereklidir. Sırf kendisine yanlış öğretilen inancına ters düşüyor diye o müthiş değerli insanlık mirasını tahrip eden veya ne olduğunu bilmediği için o buluntunun paha biçilmez parçalarını farklı amaçlar için kullanan insanımızı bilinçlendirmeliyiz. Bunun için de özellikle arkeolojik belde civarında yaşayan insanların eğitilmesi ve bilinçlendirilmesi esastır.

Keşke somut ve somut olmayan tüm değerlerimizi tanısak, onlara hak ettikleri değeri verebilsek, herkese tanıtabilsek ve bunun doğal bir sonucu olarak da onları koruyup sonraki nesillere aynı şekilde bırakırken yerli ve yabancı turistlerin daha çok ilgisini çekerek turizm gelirlerimizi olması gereken seviyeye çıkarabilsek. Söz konusu değerlerimiz hakkındaki araştırmaların, yazılan kitap ve makalelerin faydasına inanan bir turizmci olarak ülkemiz turizmine bir damla da olsa katkıda bulunmak amacıyla çalışmalarıma devam ediyorum. Bunu sosyal sorumluluk bilinci ile ve dünyayı bilen bir vatansever olarak gördüğüm eksiklere elimden geldiğince katkıda bulunabilmek için yapıyorum.  İşte orijinali İngilizce olan ve Ancient Origins” dergisinde yayınlanan Tarsuslu Aziz Paul ve Kayıp İncili konulu makalem de bu amaçla yazılmıştır.
Refik Kutluer